Hayatı taşımak

Bir köprüde öylece duruyorum. ‘Ayrılmak’ ile ‘kavuşmak’ bir halatın iki ucundan tutmuş beni kendi yönlerine çekmeye çalışıyorlar. “Ayrılmak” halata bütün kuvvetiyle asılıyor. Gücünü anılardan ve alışkanlıklardan alıyor en çok. “Kavuşmak” da ondan aşağı kalmıyor; yeni bir hayatın umutlu hayalleri ve sevdiklerine yaklaşacak olmanın mutlu hissiyle o da sıkıca asılıyor halata. Ne biri pes ediyor ne öteki galip geliyor. Arada, halatın tam ortasında öylece dikiliyorum. İki yakayı birbirine bağlayan o asma köprünün tam ortasındayım, köprü benim halatım. Ruhum bir süredir bu köprüde bekliyor. Sağım deniz, solum deniz, yüzüm geleceğe sırtım geçmişe dönük duruyorum. Eskiyle yeninin, geçmişle geleceğin arasında ince bir çizgideyim.
Birbirine karışmış zıt duyguların tuhaf hissizliğini duyumsarken bir ses fısıldıyor kulağıma: “Beni bırakıp gidiyorsun demek! Eşyalarını topluyormuşsun duydum, nasıl hissediyorsun? Karışık, değil mi? Yaklaşık yarım asırdır tanırım seni, çocukluğunu bilirim. Gideceğin aklıma gelmezdi, buraya aitsin sanıyordum. Caddelerimi, çarşımı, köşe başlarımı özlemeyecek misin? Nasıl alışacaksın ki gideceğin yere? Aidiyet duygusu oluşturmak kolay mı sanıyorsun? Hem sen oraları hiç bilmezsin ki... Telefonunu açıyorsun, adresi yazıyorsun. Haritada mesafeye bakıyorsun. Her şey ne kadar da kolay görünüyor orada, değil mi? ‘Aynı şehirdeyim, sadece yaka değiştiriyorum’ diyorsun… Ama inan bana şehirlerarası taşınmışsın gibi hissedeceksin. O işler o kadar kolay değil, ben söyleyeyim de. Bence sen o tarafa taşındıktan sonra uzunca bir süre ‘ben karşının taksisiyim’ duygusuyla yaşayacaksın.
Çocukken oturduğunuz evin önünde kasetçi vardı bir tane, hatırla. 70’lerin sonu 80’lerin başıydı, en moda şarkıları çalardı. Bir şarkı vardı, çok severdiniz. Adını şimdi ben de unuttum. Kasetçi abinizden çalmasını isterdiniz, o da kırmazdı sizi, çalardı. Hay yaşa! Bak nasıl da hatırladın; yorsun? ‘Küçük Kız’dı o şarkının adı. Siz yüzünüzde pembe bir neşeyle, ışıldayan gözlerinizle eşlik ederdiniz şarkıya. Şarkı biter oyunlar başlardı. İp atlardınız, saklambaç, sek sek… Yorulunca merdiven taşlarına dizilirdiniz tesbih taneleri gibi.
O evden 87’de taşınmıştınız. Yakın zamana kadar alışverişten dönerken pastanenin önüne oturup yorgunluk kahvesi içerdin. Pastane tam da çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği evin karşısındaydı. Kahveni yudumlarken 4.katın pencerelerine bakardın. Kimi zaman, okuldan dönmeni bekleyen annenin hayali canlanırdı pencerede, Kimi zaman kendi çocukluğun. A! bak bitişik dairede oturan arkadaşın da pencereye çıkmış, laflıyorsunuz birlikte. Ne dedin? Evet, birkaç ay önce yıktılar evinizi. Dördüncü katın olduğu yerde şimdi kocaman bir boşluk var ben de biliyorum. Ama anıları yıkmaya kimsenin gücü yetmez değil mi?
Ne kadar az araba vardı o zamanlar. Annenin elinden tutar çarşıda dolaşırdınız. Biliyorum annen gideli de epey zaman oldu. Yoksunluk haneni en çok onun gidişi büyüttü. Onu da biliyorum. Ama evi duruyor biliyorsun, sokağın başından geçerken yavaşlayıp bakardın her defasında, eskiden annenin olan çiçekli pencereye ve balkona. Köşe başında durup kim bakacak o eve bundan sonra? Baksalar bile ne görebilirler ki?...
Kahven bitmedi daha değil mi? Balkondasın, görüyorum seni. Babana bakıyorsun, işten gelmiş, işaretle seni aşağı çağırıyor. Yüklenmiş yine kavunu, karpuzu, yardım istiyor. Üçer beşer atlayarak iniyorsun merdivenleri. O da ne? Tam apartman sahanlığına girmiştin ki karpuzu düşürdün kucağından. Suçluluk hissiyle baktın babanın gözüne, o hiç kızmadı sana, hatırla. Doğru, baban annenden de önce gitmişti. İşleri çabuk olurdu onun zaten, tez canlıydı. Gitmekte de o daha aceleci davranmıştı. Yoksunluk hanesinin temeli onun eseriydi.
Okullarını anımsa, önünden geçerken çoğu zaman anıların canlanırdı. Bir vakitler o bahçelerde koşturanlardan biri de sendin. Haklısın, okulların da yok artık, onları da yıktılar. Seni anlamıyor değilim; her kaybediş, ‘senin de buralarda zamanın doluyor hissine biraz daha yer açtı içinde.’ Yaşamına tanıklık, günlerine eşlik etmiş binaların birer birer yerle bir olması incitiyor seni. Zamanın o boyutunu belleğindeki ilk haliyle korumak istiyorsun. Ve sen… Sen de bu yüzden belleğine güncelleme yapmak istemiyorsun. Tüm bu yıkımların ardından, eskiyi korumak bir tür varoluş biçimi oldu senin için. Hafızan bir müze gibi — kalsın istiyorsun her şey, ilk haliyle, bozulmadan.
Peki ya şu anda yaşadığın ev? Sevdiğin insanlar, balkonun, bulutların, karşı çatıda beslediğin kuşların martıların… A! Bak bundan haberim yoktu henüz, demek orası da yıkılacak. Anlaşılan bütün anıları belleğine emanet edeceksin. Benden bu kadar, sanırım çok konuştum, biraz da sen anlat.”
Evet, sevgili semtim. Bir ayrılığa hazırlıyorum kendimi. Veda zamanı yaklaşıyor. Biliyorum bana kolay olmayacak. Ama sen de bil ki sende yaşadıklarım da benimle gelecek. Bundan önce ve bundan sonra olarak ikiye ayıracağım bir dönem başlayacak hayatımda. Bu ayrılığın diğer ucunda iki kardeşin kavuşması da var bilgin olsun. Yıllardır iki ayrı yakada yaşadık ablamla. Bu kavuşmayla şehrin iki yakası bir araya gelmiş olacak bizim açımızdan. Aramızdaki mesafe 7.kat ile 13.kat arasındaki asansör mesafesi kadar olacak.
Nasıl mı olacak taşınma?
Bir nakliye aracına yüklenecek eşyalarım, çiçeklerim, kolilerde tabaklarım ve kitaplarım. Denizin üstünden geçecek eşyalarım. Eşyalarım seyahat edecek.
Mezarlığın dibindeki çevre yolundan geçerken “canlarım” diyeceğim “biraz uzağa gidiyorum.” Tekerlekler dönecek, uzaklaşmanın hüznünden sıyrılabilmek için müzik açacağım. Mahsuni Şerif içli sesiyle seslenecek: “işte gidiyorum çeşmi siyahım…”
İstanbul Gazetesi