İsmail Güzelsoy yazdı: Detone olmadan yaşayabilmek için

Çimen yeşili ve fuşya rengi pullarla süslü yeleğinin yenleri dirsek hizasında bollaşıp, dökümlü hale geliyordu. Yeleğin yaka bölümü kruvaze ceket gibi sivri birer çıkıntıyla düğmelenme noktasına iniyordu. Pullardaki fuşya renginin az koyu tonunda bir mendil, artistik bir hareketle üst cepten sarkıyor, şarkı söyleyen adamın her hareketleriyle spotun parlak ışığını bir flaş çakışı gibi göz alarak yansıtıyordu.
Adamın hareketleri, yüz ifadesi, üzerindeki ışıltılı giysiler şaşkınlık verecek kadar abartılı bir özgüven sergiliyordu. Orkestradaki elemanların giysileri onunkinin bir benzeri olmasına rağmen bunlar mat siyah pullarla süslüydü. Gitaristin sol yarısı spottan faydalanıyordu, geri kalan orkestra elemanları loş bir derinlikte kaybolmuşlardı. Dikkatle baksan bile onları tam olarak seçebilme şansın yoktu yani. Ne yaparsan yap, orta yaşın biraz üzerindeki şarkıcıdan başka herhangi bir şeyi izleyebilmen mümkün olamazdı ama yine de kimse onu dinlemiyor ve izlemiyordu gördüğüm kadarıyla.
Işıltılar içindeki şarkıcı, dönemin ünlü icracılarını çok dikkatle incelemiş, onların sahne performanslarını ustalıkla taklit edebilmişti. Hatta adamın hareketleri, arada izleyicileri coşturmak için yaptığı hareketler, “Hep beraaa-ber!”ler, oktav çıkışları, orkestra üyelerini susturup çıplak sesle söylemeler falan, inan bana Zeki Müren’den, Muazzez Abacı’dan, Barış Manço’dan bile görkemliydi. Her şey şahaneydi ama adamın sesi yoktu. Berbat, şarap bozuğu sesi bir oktavlık şarkılara bile yetmiyor, adam sürekli detone oluyordu. Çıkamadığı sesleri de, dinleyicileri uzaktan şevklendirmeye çabalayarak, “Hep beraber!”lerle geçiştiriyordu. Gitarist onun kesilip kaldığı yerlerde parçanın volümünü artırarak boğuyor, hatta onun yetmediği yerlere de gerideki loşluğun içinden patlayan bateri geçişleri doluyordu.
Lise sondaydım hatırladığım kadarıyla. Annemin zoruyla, tanımadığım bir akrabamızın düğününe gitmiştim. Nefret ettiğim mekanların başında gelirdi düğün salonları. Darbenin etkisini en ağır hissettiğimiz civcivli zamanlardı. On dakikada bir, iki-üç polisin ya da bekçinin girip etrafı kolaçan ettiği bir düğün ne kadar eğlenceli olabilirdi ki?

Şaşkınlıkla adama ve salondaki dinleyicilere baktım. Lafın gelişi “dinleyici” diyorum. Kimse onun farkında değildi. Tek tek masaları, gelinle damadın oturduğu uzun sırayı inceledim. Pist adı verilen boşlukta kovalamaca oynayan çocuklar bile adamdan daha fazla dikkat cezbediyordu. Tuhaf bir görüntüydü. Yeteneksiz şarkıcı her şeyini dikkat çekmeye adamıştı oysa ve hakkını vermek gerek, bu uğurda gerekenden fazlasını yapmıştı ama olmuyordu işte. Adamın yüzünde bir şaşkınlık, düş kırıklığına uğramışlık hissine dair emare yoktu. Durumu kabullenmiş gibiydi. Zaten oradaki insanlarla ilgisi yoktu. Zihninde yarattığı, muhtemelen Maksim Gazinosu tarzı büyük bir müzikholde, coşkulu bir kitleye sesleniyordu.
“Eğleniyor-muyuuuuuz!”
Uğultu…
“Çiftimiz de eğleniyoooor muuuuu?”
Uğultu…
“Allah tamamın erdirsin. Şimdi de güzel gelinle yakışıklı damada bir şeyler çalalım mı çocuklar?”
Uğultu…
Adamın salonla bağ kurma çabalarının hiçbir anlamı yoktu. Kimse onu görmüyor, duymuyor, ilgilenmiyordu. Oradan çıkan birini çevirip o adamdan söz etsen muhtemelen “Öyle birini görmedim,” diyecekti.
Kendimi kötü hissettim. Adamı kim oraya koymuştu? Neden ısrarla saçma sapan gırtlak oyunları yapıp rezil ediyordu kendini? Rezil olmayı bile beceremiyordu doğrusunu istersen. Ona bir zamanlar “Sesin çok güzel,” mi demişti birileri? Kimdi onlar? Bunların hiçbirinin cevabı yok bende. Düşündüğüm tek şey onu oraya koyanın adamdan nefret ettiğiydi. Adam alay konusu olsun diye tertip edilmiş bir tezgah olsa gerekti bu.
Eve gittim. Ağlamamak için uzandım, uyudum.
Aradan üç ay geçmişti. Bir akşamüstü o talihsiz şarkıcıyı hatırladım ve onu yeniden görmek istedim. Üç ay boyunca onu unutmaya çalışmıştım ama nedense bir anda, ikinci biramı içerken dayanılmaz bir dürtüyle Civciv Birahanesi’nden kalkıp Gaziosmanpaşa dolmuşuna bindim ve geç sayılabilecek bir saatte oraya vardım. Yol boyu kendimi yoklayıp durdum. Neden böyle bir şey yapıyordum? O rezil oluş halini görmek için içimde uyanan şevkin sebebi neydi? Bir cevabım yoktu doğrusunu istersen. Bir hezeyan, kendimden bile sakladığım bir dürtü, bir merak… Bilmiyordum, hâlâ bilmiyorum ama oraya gittiğimde ilk andaki gibi kötü hissetmediğimi fark ettim. Neyle karşılaşacağımı bilmek miydi rahatlığımın nedeni? O rezil oluş halinde kendimi mi görmeyi deniyordum yoksa? Belki! Yaşadığımız yıkımla bir ilgisi var mıydı bütün bunların? Belki! Bilmiyorum. Kapının ağzında dikilip dikkatle izledim sahneyi.
Bu kez sarı sırmalı, apoleti andıran tuhaf çıkıntıları olan, kol ağızları ve yakası çividi mavi pullarla süslü bir ceket ve yanları altuni şeritlerle süslü bol bir pantolon giymişti.
“Bekleriiim yoluuunuuu
Ay-lar bo-yuuun caaa…”
Uğultu…
Bir ara tuvalete gittim. Kapının önünde oturan iki büklüm, pazen giysiler içinde bir tabureye tünemiş tuvalet bekçisi kavruk kadına yüklüce bir bahşiş verdim. Kadın bana bir şey söyleyecekmiş gibi dikkatle baktı ve eski bir tanıdığı görmüşçesine gülümsedi. Üst damağında iki dişi vardı yalnızca. Gülümsemesi sıcak ve içtendi. Gözlerinde tanımlanması zor ama anlaşılması kolay bir yorgunluk ifadesi vardı. Dudaklarındaki tebessüm bakışlarına yansımamıştı. Uzun bir sohbetin arasında söyleyecek sözünü tüketmiş iki yaren gibi birbirimize baktık bir süre.
“Bu şarkıcı kim?” dedim.
Kadın bir çizgi film kahramanı gibi abartılı bir hareketle yaklaşmamı işaret etti ve bir şey söyledi ama sahnedeki adamın avazları yüzünden onu duyamamıştım. Elimi kulağıma tutup yeniden eğildiğimde kadın biraz daha yüksek perdeden, “Patron o,” dedi.
“Sesi berbat,” dedim, doğruldum. Kadın dizine vura vura kahkahalarla sarsılmaya başlamıştı. Ses çıkarmadan, yalnızca dudaklarıyla bir şeyler söylüyordu ama anlayabiliyordum ne dediğini. Benim sözlerimi tekrarlıyordu.
“Madem patron neden düzgün şarkıcı almıyor ki buraya?”
Bunu düşündüğümü sanıyordum ama kadının yüzünde beliren ifadeden, bu sözlerin dudaklarımdan dökülüverdiğini anladım. Yaşlı kadın başörtüsünün bir ucunu çekelerken gülmeyi bırakmıştı. “Aldırma Gönül”ün introsu başlamıştı. Dingin bir elektro bağlama faslıydı bu. Kadın, kendisini rahat duyabileceğimi bildiğinden sesini biraz kısarak, “Gitarcı var ya…” dedi.
“Evet?”
“Ondaki ses…” dedi ve parmak uçlarını birleştirip öptü.
“Çok mu iyi?”
“Şahanedir. Öyle böyle değil. Şu şarkıyı o söylesin, çocuk gibi ağlarsın… Öyle!”
“Neden ona söyletmiyor ki?” dedim.
“Ne bileyim çocuğum, ben tuvalete bakıyorum,” dedi kadın kolonya uzatırken.
Kapıdan çıkarken adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Eller havaya! Eller havaya!”
Uğultu…
Terapist arkadaşım geçen sene çarpıcı bir vakadan söz etti. “Cemaatin sınav sorularını ikram etmesi sayesinde,” diyormuş adam, “tıbbiyeye girdim.” Sonra yine “cemaat”in yardımıyla uzman doktor olmuş. Hatta Almanya’da özel bir programa bile katılmış.
“Adamın uzmanlık alanını telaffuz ederken insanın dili şişiyordu,” dedi arkadaşım.
“İntihar etmekten başka çarem yok. Ne olur bana yardım edin!” diye ağlayarak terapistin masasına kapanıp bir süre öylece kalmış.
“Neden? Sorun nedir?” demiş terapist arkadaşım.
“Hiçbir şey… ama hiçbir şey bilmiyorum. Yani genel kültür seviyesinde bile bilgi sahibi değilim. Ben bu yaştan sonra ne yapabilirim? Vaktiyle öğrenmem gereken şeyleri şimdi kime sorup öğrenebilirim? Lütfen yardım edin bana!”
Terapist arkadaşıma sordum: “E, ne yaptın?”
“Lütfen hemen bir savcıyla görüşün, benim yapabileceğim bir şey yok size,” demiş.
Liyakatsizlik etik olarak berbat bir durum, evet ama işlevsel olarak da çok anlamlı değil. Çocuğunuza hak etmediği bir şeyleri vererek onu cezalandırmayın abilerim, ablalarım. Yazıktır. Öteki cenaha da, size de, bu ülkeye de… Haksızlık bir kere yapılan ve işlevini yerine getirip kaybolan bir şey değil. Haksızlık bir kanser hücresidir. Tutunabildiği her dokuyu kendine benzetir. Kendine benzeyen hiçbir şey kalmayıncaya kadar…
Medyascope