Mehmet Tatlı yazdı: Kürt sorununda Atatürkçü entelektüelizmin iflası ve Kürt’ün hafızasını Kürt’e karşı silahlaştırmak

12 Temmuz 2025 tarihi, Türkiye tarihinde bir tür “apartheid” rejiminin devletin en yüksek makamı tarafından teşhir ve tasfiye edildiği, hatta özeleştiri verildiği tarihi bir gün olarak ele alınması gerekirken, CHP’ye kanaat önderliği yapmaya soyunmuş bazı kişilerin histerilerine kurban gitti.
Türkiye’nin entelektüel tarihi, bir yandan da Kürt meselesinde söylenmeyenlerin tarihidir.
Entelektüelizmin motor gücü tüm toplumlarda özgür akademi ve özgür basındır. Türkiye’de ise üniversite ve medya, Kürt sorununda yüz yıldır “Atatürk milliyetçiliği” diye tanımladıkları bir kavramsal boşluğun etrafında döner durur. “Herkesin Türk ve eşit olduğu” gibi birkaç amorf cümle dışında kimse de bu kavramın ne olduğunu, hangi meşru ya da etik çerçeve içinde kavramsallaştığını tanımlayamaz; çünkü tanımlamak realite ile kopukluğunu teşhir edecek ve onu tartışılır kılacaktır.
Atatürk milliyetçiliğinin işlevi tam da bu muğlaklıktadır: Sadece tanımsız kaldığı sürece iktidar inşa edebilir bir alan işlevi vardır.
Oysa cumhuriyetin kurulduğu 1923’ten bu yana dünya ve insanlık devasa dönüşümler geçirmiştir: Avrupa’da faşizmin yükselmesi, Birleşmiş Milletler ve küresel hukuk düzeninin kurulması, Avrupa Birliği’nin inşası, küresel güneyde sömürgeciliğin tasfiyesi, Soğuk Savaş, ulusal kurtuluş hareketleri, neoliberalizm, terörizmin kurumsallaşması ve vekâlet savaşları… Bu dönüşümlerin hepsi yerküre üzerindeki tüm devletlerde ve siyasal formlarda köklü hegemonik dönüşümleri tetiklemişken, Atatürkçü düşünce ise kendini tüm bu dönüşümlerden azade görmüş ve zamanın ve mekânın dışında, değişmez bir kapsülde kalmıştır.
Hâlbuki bilimsel yöntem, her şeyden önce var olanı, yani realiteyi tespit etmek, onu açıklamak ve literatürden de faydalanarak tanımlamaya çalışmaktır. Türkiye akademisinde Kürt sorunu çalışmanın yasaklanmasının en önemli sebebi, ulus formasyonunun bilimsel yöntemle yaşadığı krizde yatmaktadır. Kürt sorununu çalışmak, her şeyden önce Kürt’ü ve realitesini kabul etmekle başlar. Bu da Atatürk milliyetçiliği denen şeyin altına döşenen bir dinamite dönüşür.
Bugün Kürt hareketini —maalesef yaygaradan öteye gitmeyen— ifadelerle hedef alan Kemalist entelektüeller, yüz yıldır bu ulus teorisini güncellemek bir yana, tartışmaya bile “tenezzül” etmemişlerdir. Nitekim gelinen noktada realitenin kendisinin Atatürkçülüğe yakınsayan herhangi bir tezle açıklanamaması en çok da kendilerinin kabahatidir.
Türkiye’de çözüm süreci tartışmaları en az 30 yıldır sürüyor. Kemalist aydınların bir tanesi bile devlet retoriğine alternatif henüz tek cümle kurmadı. Bunu rejim içindeki kazanımlarını kaybetmemek için yapmıyorlarsa, en hafif tabiriyle “cehaletlerinden” yapamıyorlar.
Bu entelektüel dogmatizmde, Atatürkçülüğün en güçlü siyasi yapısı olan CHP gibi devasa bürokratik bir yapıların isteksizliği bir yere kadar anlaşılabilir. Fakat kendini “aydın” atfeden bağımsız bireyler bile bu alana hâlâ dokunmadı. Aksine, girişen bir avuç kişiyi ise hainlikle suçlayıp hem Türklükten hem de akademiden aforoz ettiler. Yıllarca DGM’de yargılanan İsmail Beşikçi gerçekliği, akademik engizisyonun en somut sonuçlarından biri oldu.
Bu entelektüel çoraklık hali, tembellik ya da konfor muhafazasıyla sınırlı değil. “Entelektüelin cehaleti” ile sonuçlanan bu süreçte akademinin YÖK, basının ise RTÜK gibi rejimin ırkçı aparatlarınca kontrol edilmesinin etkisi büyük.
Öte yandan, Türkiye’nin cumhuriyeti ithal ettiği Fransa’da bile yaşanan iç ve dış gelişmeler doğrultusunda son yüzyılda cumhuriyetin niteliği birkaç kez değişti.
Türkiye’deki bu donmuşluk, başta Kürt sorunu ve kadın meselesi olmak üzere birçok kronik sorunu çözümsüz kılıyor. Çünkü çözüm için her şeyden önce düşünce üretmek gerek.
Nitekim engel olamadıkları barış sürecine verdikleri sözümona “ilkesel” destek de retorik birkaç cümleden öteye geçmiş değil. “Geçmişle tabii ki hesaplaşılsın ama…”dan öteye de geçemiyorlar.
Kürt hareketi ise bu yüzyılda bir yandan varlık mücadelesi verirken bir yandan da onlarca farklı ulus ve birlikte yaşam teorisi geliştirdi, denedi, işlemeyince vazgeçti, yenisini üretti. Marksizmle yürüdü, kültürel İslamcılıkla tanıştı, liberal demokrasiye temas etti, feminist ve ekolojist paradigmalarla entegre oldu. İdeolojiyi mutlaklaştırmak yerine, eleştirerek dönüştürdü. Fikirlerini öldürmedi, dönüştürdü.
Türk entelektüeli hâlâ farkında olmasa da bugün Ortadoğu’da “Kürt” denince yalnızca bir kimlik anlaşılmıyor. Bir siyasal pozisyon, toplumsal model, alternatif tahayyül anlaşılıyor. Bu entelektüel dinamizm sayesinde Kürtler, bölgenin en etkili aktörlerinden biri hâline geldi.
Kürt sorunu, Atatürkçü entelektüellerin genelinin sınırladığı gibi folklorik bir sorun değildir. Salt bir temsili demokrasi sorunu hiç değildir. Kürt sorunu bir varlık-yokluk sorunudur. Salt ontolojik bir anlamda da değil üstelik; bir hegemonya sorunudur. Kürt’ün demokratik iradesinin pratikleşmesinin önüne koyulan engeller ve bu engellerin hegemonyayı ırkçı tuzaklara savurması sorunudur. Kürtlerin kendisi için geliştirdiği yaşam tahayyülünün örgütlü suç sayılması sorunudur. Bir asimilasyon ve sömürgeleştirme sorunudur. Üstelik sadece Türkiye Cumhuriyeti içinde değil, bölgedeki dört ülkede baş göstermiş devasa bir hegemonya sorunudur.
Atatürkçülerin bu sorunu salt bir temsili demokrasi sorunu olarak tanımlaması ve çözümün sadece DEM Parti ve TBMM üzerinden geliştirilmesi gerektiği iddiası, yine bu sorunu ve derinliğini bilmemekten ya da anlamamaktan kaynaklanmakta.
“Legal siyaset”, Kürt hareketinin en güçlü kanadı değil, bugüne kadar da hiç olmadı. Aksine, Kürt hareketi illegalite içinde büyümek zorunda kaldı. Yer altına inebildi, dağ başına çıkabildi, sınırlar arası geçişkenliği ile ayakta kaldı, küresel güçleri de kapsayan uluslararası ilişkiler inşa etti. Sosyal ve kültürel olarak da PKK’nin Kürtler üzerinde yarattığı dönüşüm ve bu dönüşümün zorunlu sonucu olan hegemonya, DEM Parti ve öncüllerinin yarattığı etkinin çok ötesinde. Ama barış inşa olup “illegalite” sona erdikten sonra DEM Parti’nin Kürtlerin en önemli yapısına dönüşmesi ve Türkiye siyasetinde giderek büyümesi umulmakta.
Bugün çözüm sürecine dair her adımda Atatürkçü bazı çevrelerin Kürtleri “hafızasızlıkla” suçlaması da sadece kibirli değil; aynı zamanda etik dışı bir çarpıtma. Nitekim Kürt’ün, hak ihlalleriyle dolup taşmış hafızasının oluştuğu yıllarda rejimi alkışlamakla ya da sessiz kalmakla meşguldüler. Bugün ise Kürt’ün başına geleni Kürt’ten daha fazla önemsediği riyakârlığına sarılmış durumdalar.
İnkâr, imha ve asimilasyon… Kayyumlar, faili meçhuller, milyonlarca insanın topraklarından edilmesi, katliamlar, yargı kumpasları… Bunların hiçbiri temsili demokrasi sorunu değildi ve unutulmadı. Bunlar doğrudan yaşam hakkını hedef alan hak ihlalleriydi. Özellikle de bu yaşananların, CHP’nin de kurucu öznesi olduğu bir “Türk ulusal konsensüsü” içinde gerçekleşmiş olduğu hiç unutulmayacak. Fakat Kürtler bu hafızayı —CHP de dâhil— kimseye karşı bir hesaplaşma aracı olarak kullanmadan; yeni bir kurucu irade tahayyülünün etik sınırlarını tayin edecek bir mirasa dönüştürmüş durumda.
12 Temmuz’da Erdoğan’ın ve —Cumhurbaşkanı olması nedeniyle— Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt realitesini siyasal ve tarihsel olarak bir daha geri dönmeyecek şekilde tanıdığı tarihi bir an oldu. Öcalan’ın, PKK’nin feshine gerekçe gösterdiği “varlık mücadelesi başarıyla sona ermiştir” iddiası, Erdoğan tarafından da tam anlamıyla tasdik edildi. Kürtler için bu tarih “inkar” safhasının sona erdiği ve demokratik mücadele ile özgürlük safhasının başladığı bir milat sayılabilir.
Normal şartlarda 12 Temmuz 2025 tarihi, Türkiye tarihinde bir tür “apartheid” rejiminin devletin en yüksek makamı tarafından teşhir ve tasfiye edildiği, hatta özeleştiri verdiği tarihi bir gün olarak ele alınması gerekirken, CHP’ye kanaat önderliği yapmaya soyunmuş bazı kişilerin histerilerine kurban gitti.
Erdoğan konuşmasında, tam da herkesin gözü önünde yaşandığı gibi, çözüm sürecini kastederek “AKP-MHP-DEM birlikte yürüyoruz” dedi ve sosyal medyada kıyamet koptu. DEM Parti’nin Cumhur İttifakı’na girdiği propagandası, başta Atatürkçü basın ve akademi çevrelerinde sel oldu aktı. Kürtlerin sıfırdan başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’ne, Esad hanedanlığına, Saddam rejimine, El Kaide’ye, IŞİD’e, feodalizme, neoliberalizme, geleneksel ahlaka, erkekliğe ve İslamcı gericiliğe karşı verdikleri amansız varlık mücadelesi hiçe sayılarak, Kürtler neo-Osmanlıcılıkla, sultanizm peşinde koşmakla bile itham edildi. Dakikalar sonra Pervin Buldan’ın “Erdoğan’ın bahsettiği süreç ittifakıdır, seçim ittifakı değildir. Herkesin yolu ayrıdır. Bizim yolumuz ayrı” sözüne —büyük bir kötü niyetle— aynı ilgi gösterilmedi. Bu çevreler, Ahmet Türk’ün göreve dönüşü için CHP’li belediyelere atanan kayyumların geri alınması şartını koşmasını da görmedi. Ürettikleri bu kara propaganda, CHP tabanını büyük bir hızla kuşattı.
CHP için çözüm sürecindeki esas zorluk, yalnız nasıl siyasal pozisyon aldığı değil; bu pozisyonun üzerinde yükseleceği entelektüel ve toplumsal zemini kurup kuramayacağıdır. Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve CHP içindeki Kürtlerin temsil ettiği açılım yanlısı çizgi, medya ve akademi tarafından üretilmiş reflekslerin hâkim olduğu bir manipülasyon rejimi içinde kolayca nötralize edilebilmektedir. CHP, siyasi pozisyonunu koruyabileceği bu düşünsel boşluğu doldurmadığı sürece, Kürt meselesine yönelik her yapıcı adım içeriden sabote edilmeye devam edebilir. Parti, Kürtlerle kurduğu ilişkilerin bir grup ajitatör tarafından yönlendirileceği bir kırılganlığın içine düşebilir. Eğer bu ajitatif anlatılar güç ve görünürlük kazanır ve bazı Kürtlerin CHP’ye verdiği ilkesel oy ya da destek, “Kürtlerin de çözüm sürecine karşı olduğu” tezi ile lanse edilmeye çalışılırsa, CHP hemen yanı başında olan DEM seçmenini —köylü, kentli demeden— tümüyle kaybedebilir.
Sosyo-ekonomik ya da coğrafi mensubiyetine bakılmaksızın DEM’li Kürtlerin, çözüm süreci karşıtlığına rağmen tercihinin CHP olacağını varsaymak, sadece bir körlük belirtisidir. Çözüm süreci, 100 yıllık bir varlık mücadelesinin final fazıdır. Kürt’ün duygu dünyasını bilmeyen bu körlük, Atatürkçü entelektüellerin 100 yıllık körlüğünün CHP ve Türkiye için maliyeti en yüksek halkasına dönüşebilir.
Çünkü inkar olgusunu paramparça eden Kürtlerin bir sonraki örgütlü mücadele fazı hukuk devletinin inşası, toplumsal cinsiyet paradigmasının değiştirilmesi, laiklik ve cumhuriyetin demokratikleştirilmesidir. Türkiye’yi sultanizme ve otokrasiye götürecek arzu ise CHP ve Kürtler arasında gerçekleşecek yarılmada büyüyecektir.
Medyascope