Yetkili ve sorumsuz

Devlet denen şeyin anlamlı bir tanımını tam olarak yapabilme yapma çabaları, Milattan öncelere dayanır. Filozof Platon’un (Eflatun) eserindeki tanımlamalar üzerinden neredeyse 2,500 sene geçmiş olmasına rağmen, günümüzde hâlâ farklı ideolojik hatlarda tartışılması süren ve “herkesin işine geldiği gibi” algılayıp uyguladığı bir düzeneği temsil eder.
Bizimki gibi demokrasisi henüz geliş-e-memiş ülke ve toplumlarda ise, bir tür “Baba” ya da “Ana” figürü olarak tasvir edilip öyle algılanması arzu edilirse de, maalesef “Eli sopalı baba” ya da “Eli terlikli ana” olmaktan da bir türlü vazgeçemez. Özellikle güç uygularken tam yetki, sıfır sorumluluk.
“Halkına istediğini yapma yetkisine ve gücüne sahip, her şeyi kendi istediği gibi tanzim etme hakkını kendinde gören ama halkına karşı bir kum tanesi hatta bir atom taneciği kadar sorumluluğu olmayan” bir aygıttır devlet.
Çorlu’da 25 insanın ölümünden 318 insanın yaralanmasından asla sorumlu değildir. Olayla ilgili asıl yargılanıp ceza alması gerekenlerin yanına bile yaklaşamaz adalet.
Soma’da 301 emekçinin göz göre göre katledildikleri, Cumhuriyet tarihinin en büyük toplu işçi kıyımının asıl sorumluları sayılması gereken kamu görevlileri, uzaktan izler ve hatta bizzat “fiili katil” sıfatını hak edenlerin “sıyırması” için kenardan çaba sarf eder.
Bolu Kartalkaya’daki otel yangınında 78 kişinin yanarak öldükleri ve “sorumlular silsilesi” içinde, bizzat hem turizmci – iş insanı, hem de Turizm Bakanı sıfatıyla yer alan kişinin, kamu görevlisi sıfatlı insanların yargılanmasını resmen engellediği bir süreci, onlar adına utanarak izleriz.
Afyon’da cephanelik patlamasında 25 askerimizin ağır ihmaller sonucu ölüme gönderilmesinde de tek bir devlet görevlisi bedel ödemez.
Sakarya havai fişek fabrikası felaketinde 7 emekçinin ölümü, 127 emekçinin yaralanması olayının ise “devlet”le yani kamu otoritesiyle hiçbir alakası yoktur sanki.
1999 (25,000 küsur insan) ve 2023’te (50,000 küsur insan) yaşadığımız gibi, bir gecede birkaç saniye içinde yüz binlerce kilometrekarelik bir alanda on binlerce insanın hayatını kaybettiği bir deprem felaketinde bile devletin bir tuz taneciği kadar sorumluluğu yoktur (!) O devleti temsil edenler “Kader planı” diyerek adeta halkın yüzüne yüzüne hakaret etmekten utanmazlar bile.
Suruç’ta 34, Ankara Garı’nda 109 insanımızın “geliyorum” diyecek şekilde planlanmış ve icra edilmiş terör saldırılarında katledilmelerinde de “Yüce siyasi otorite”nin hiçbir ihmalinin (kastı demek istemiyorum) dahi söz konusu olmadığına inanmamız istenir.
Uludere/Roboski’de 34 insanımızın devletin savaş tayyarelerinin roketleriyle bombalanması olayında bile “Terörist sandık yahu, meğer kaçakçılarmış. Ne yapalım?” diyerek işin içinden sıyrılabilecek kadar pişkinlik gösterisi yapılabilir.
On yıllardır, terörle mücadele sürecinde yapılan hatalar sonucu sayısını bile tam olarak tutamadığımız asker – polis on binlerce güvenlik görevlisinin, on binlerce sivilin hayatını kaybetmesinden de zerre kadar sorumlu olmadığına inanmamızı ister “devlet”. Yanlış politikaların ve bu politikaların icrasındaki yanlış yöntemlerin yol açtığı bu devasa boyuttaki insan kaybının bir açıklaması yapılmaz. Sadece “terörle mücadelede ödenmesi meşru ve mâkûl bir bedel” diye sunulur halka. Bayrağa sarılı tabutlara yaslanarak atılan hamasi nutuklarla, çamurlu sokaklardaki sıvasız evlerin çocuklarının yüreğine ateş düşmüş analarına, babalarına, bacılarına, sevdiklerine, evlatlarına, böyle utanmazca hitap edilir. Alay edercesine. Hakaret edercesine.
Sadece son 25 yıla ait kısacık bir (seçmece) derlemenin dökümünü yaparken bile hatırlayabildiğimiz (önlenebilir) insan kaybını düşündüğünüzde tüyleriniz azıcık ürpermiyorsa, ya insanlıktan nasibinizi almamış ya da tüm olumlu duygularınızı yitirmiş ya da yukarıda anlattığımız o “aygıtın bir parçasısınız” demektir.
Devletin, yönettiği üstelik de kendisini oylarıyla seçen halk üzerinde kayıtsız şartsız ve sonsuz yetkiye sahip olduğu, ama onlara karşı zerre miskal sorumluluk hissetmediği bir ülkeye daha çok örnek sayılabilir.
Bütün bunları, onca siyasi ve ekonomik somut gündem maddesi içinde niye bu yazıda öne çıkarıp bu haftaki sütunu doldurduğumun nedenini tahmin edebildiniz sanıyorum.
Kuzey Irak’taki “Pençe – Kilit Harekatı” adı verilen süreçte 12 askerimizin, 12 gencecik memleket evladının, halkın ciğerinden birer parça sökülürcesine ölüme yollanmasının hesabının sorulmayacağı duygusunu yeniden, yine, kim bilir kaçıncı kez yaşamaktan kaynaklanıyor bu hatırlatmalar.
Yine o klasik “Soruşturacağız” sahtekârlıklarına, yine o sorgulayanlara meydan okuyarak “Siyasi malzeme yapmayın kardeşim. İstismar etmeyin” diyen yüzsüz sorumsuz yetkililerin adeta “Kesin lan tatavayı. Ölmüşlerse ölmüşler işte. Uzatmayın. İşinize bakın” ahlâksızlığına muhatap olduğumuz içindir bu hatırlatmalar.
Oysa ki, bir devletin ya da siyasi otoritenin saygınlık derecesi, halkına hesap verebilirliğiyle doğrudan orantılıdır. Hesap vermeyen bir “yetkililik - yöneticilik” anlayışı sadece 5’nci, 55’inci, 555’inci sınıf yönetimlere daha da açık yazmak gerekirse faşist rejimlere özgüdür.
BirGün