Kenan Çamurcu yazdı | Eski Müslümanın seyir defteri: Tanrı şey mi, kimse mi? -1

Dünyanın yaşı 4 milyar yıl hesaplanıyor. Gözümüzün gördüğü alandaki gökyüzünde de her birinde 400 milyar yıldız bulunan 4 milyar galaksi varmış. Işıktan hızlı gidecek bir araç icat edilse bile en yakındaki galaksiye ulaşmanın onbinlerce yıl süreceği mesafe. Yaratıcının bu muazzam manzaraya neden gerek duyduğu sorulduğunda bu rakamların insan evreni için geçerli olduğu, Tanrı nezdinde hiçbirinin hükmü bulunmadığı söyleniyor. Ya da melekut aleminde (Tanrının krallığı) bu rakamlar saniyelere kadar küçülebilir. Hatta saliselere. Böylece tablonun makul ve açıklanabilir hale geldiğini düşünüyor olmalılar.
İyi de bu dünyada ve evrende Allah veya melekler yaşamıyor ki hesabı onlara göre yapalım. İnsanlar ve diğer canlılar yaşıyor ve bunlar hesaba katıldığında da milyar ölçeğindeki zaman ve mekan akıl almaz. Bu bir mecburiyetse Yaratıcı için mecburiyetin anlamı ve değeri nedir? Nesneler birbirini ezmesin diye mekan, olaylar üstüste yığılmasın diye de zaman varsa hayatı neden böyle yaratmak zorunda kaldı? Neden insanlar da melekler gibi zamansız ve mekansız evrende var edilmedi? Zaman ve mekanla yaratılmanın sınama ile doğrudan ilişkisi nedir? Bu ayrışma platosunda Tanrının adaleti ve merhameti her birey için ayrı ayrı öyküler mi, deneyimler mi? Zaman ve mekan düzeni simülatif alternatif gerçeklikse yaşanan deneyimlerin sınama olmasının manası nedir? Karmaşık, kaotik, anlamsız, fazlasıyla tuhaf. Albert Camus’ya kalsa varoluşu tümden absürd görmeliyiz ve anlam yaratarak ona isyan etmeliyiz. (Sisifos Söyleni, 1997). Yaratılışın komplikasyonlarındaki acayiplik o derece yani.
Sonsuz evrene dönersek, bu muazzam perspektife Yaratıcı’nın neden gerek duyduğu sorusu cevaplanmamış olarak yerinde duruyor. Tanrı, hiç gidilemeyecek uzaklıkları neden yarattı? Üstelik radyo frekanslarıyla yapılan araştırmalarda 100 milyon ışık yılı mesafeye dek dünyadakine benzeyen bir canlı hayat da yokken. Galiba bu ıssızlığın ortasında bir tek dünyada hayat var. 250 milyon spermden bir tanesinin canlı hayata vesile olmasına emsal. Niye peki? 1997 yapımı enfes Contact filminde Dr. Ellie Arroway (Jodie Foster) “Uzayda hayat yoksa büyük bir yer israfı olurdu.” demişti ya, bakılan kadarıyla da olsa bu denli yer israfına ne gerek vardı?
Bilimsel teorilere dinin önermelerini doğrulatmayı çok seven dindarlık türü, sonsuz evreni yer israfı görmek yerine Allah’ın her şeye kâdir olduğunu kanıtlamada kullanmaya çalışıyor. Ama etimolojik hata yaptıklarını farkedecek sosyal bilimler formasyonundan yoksunlar. Çünkü Kur’an’daki “Her şeye kadirdir” (mesela Fetih 21) cümlesini mealler “her şeye gücü yeter” şeklinde tercüme etse de kelime bu anlama gelmiyor. Kökenin “kudret” olduğunu ve kelimenin buradan türediğini varsayıyorlar. Oysa “kadîr” (sıfat isim veya abartılı kip) ve “kâdir” (özne/fâil) “ölçülendiren” anlamına geliyor. Ölçülü yapmaya ve ölçülendirmeye güç yetirmesi kastedilse bile o da ikincil mana.
Bu nasıl bir Tanrı ki sınırlarını kavrayamadığımız şeyleri var ediyorken Akdeniz’in güneyinde bir noktada Musa için zuhur ediyor ve o da bunun etkisiyle kendi etnisitesine hitaben hayatı tanzim edici sözler söylüyor. Maide 21’deki tarihsel bilgiye göre (“Allah’ın size yazdığı kutsal diyara girin”) Musa’nın, beraberindeki Yahudilerle birlikte ulaşmaya çalıştığı kuzeyde, dönemin Kenan’ı, sonraki zamanların Uruşelim/Yeruşalayim’inde yine Musa’nın etnik kökeninden İsa’nın sıradışı şeyler görmesinin önü açılıyor. Hayatı trajik biçimde sona erse de her ırk ve coğrafyada yankılanacak hikmetli sözler dökülüyor dilinden. Daha sonra güneydoğuya doğru kuzen etnisiteden Muhammed, farklı bir varlık boyutuyla karşılaşıyor ve kendi kültürel gerçekliğinin diliyle onları aktarıyor çevresine. Ünlü filozof Abdulkerim Suruş’un ifadesiyle, uyanıkken gördüğü rüyaları tabir ediyor.
Bu vesileyle kısa bir not: Mekkeli, daha sonra da Medineli Muhammed, 7. yüzyılın başlarında meditatif durumda (istiğrak/vecd) trans halindeyken gördüğü rüyalardaki varlık âlemini o zamanın kültürü, dili, öyküleri ve gelenekleriyle tabir etti. Şu anda fizikçilerin, hadron çarpıştırıcısı ve başka deneylerde bu kez rüya değil deneysel olarak gözlemlediği varlık evrenini bugünkü dille ifade etmelerine benzer şekilde. Protonlar, parçacıklar, nötronlar vs. Evet, iki gözlem de benzer şekilde; mukayesede hata yok. Husserl’in kıymetli çabasıyla, düşünce faaliyeti de bilimsel faaliyete akredite uzun zamandır. CERN’de enerjiden madde üretme, ikiz protonların evrende birbirlerine ne kadar uzakta olursa olsun aynı şekilde davrandıkları ya da kuantum evreni gözlendiğinde protonların başka türlü davranmaya başladığı gibi örneklerde bir tür rüya tabiri yapıyor bilim insanları. Rüyalara ömrünü vermiş Freud işin bu kısmına bakmayı deneseydi ilginç hipotezler geliştirebilirdi.
Not bitti. Konuya devam edelim.
Peygamber dediğimiz başka özel insanlar da vardı tabii ki ve hepsi de dar, küçük, sınırlı büyüklükteki faaliyet alanlarının özneleriydi. Bunlar olurken dünyanın diğer yerlerinde dağınık halde yaşayan farklı insan topluluklarının hem birbirinden hem de buralarda olup bitenden haberi yoktu.
Milyarlar ölçeğinde evren var eden Tanrı, onun içinde minicik bir nokta olan dünyada minicik yerlerde bazı insan topluluklarına Tanrılık yaptı. Neden? Sebebini bilen yok. Neden tüm kabilelere, aşiretlere, topluluklara, halklara kendi varlığı ve mahiyetiyle ilgili bilgi ulaşmasını sağlamadı? Böyle olduğu, yani her kavme peygamber gönderildiği sadece iddia. Elçilerin kendi topluluklarının diliyle vahyi anlattıklarından bahseden ayetler her kavim içinde peygamber çıktığını söylemiyor. Yanlış tercüme ve tefsir o. Hangi millet içinde elçi çıkmışsa onun kendi kültürü, tarihi, dili, gelenek ve görenekleriyle kendini ifade ettiğini söylüyor sadece. Yahut her peygamberin aynı mesajı tekrarladığını. (Nahl 36). Ayrıca peygamber gönderildiği de bir iddia, teori, varsayım. Tefsirciler, peygamber göndermeyle ilişkilendirilen ayetlerde “ba’s” kelimesine yalnızca peygamberlerin geçtiği yerde “gönderme” anlamı veriyor. Bu ise kelimenin hakiki ve kendi anlamı değil. Yakıştırılmış. Peygamberlik teorisine uygun biçimde ihdas edilmiş mana. Kur’an’ın geriye kalan tüm ayetlerinde kelimenin gerçek anlamı olan “dirilme”yi kullanıyorlar.
Yine, neden bilgi akışına aracılık eden elçiler Muhammed’le son buldu? Kur’an’da sorunun cevabı yok. Bu kadar önemli bir konuda 6 bin küsur ayet içinde sadece bir tek ayet var. Aslında Ahzab 40, Peygamber’in evlatlığıyla evli Zeyneb’in, Peygamber’e aşık olduğunu söyleyip kocasından boşanmak ve Peygamber’le evlenmek istemesi üzerine patlak veren krizle ilgili. Ayet, “Muhammed kimsenin babası değildir.” diye başlayıp onun bir elçi olduğunu söylüyor ve onu “haber getirenlerin (nebi) mührü” sıfatıyla tanıtarak bitiyor. Yani asıl mesele ayetin ilk cümlesi ve ayetin devamı bu meseleye atıf. Nitekim ta Ahzab 54’e kadar mevzu tekrarlanarak devam ediyor ve müminlerin Peygamber’in itibarına titizlenmeleri için ardarda ikazlar geliyor. Ebu Bekir’in kızı Aişe’nin, kıskançlıktan kendini kaybedip “Bakıyorum da rabbin, senin arzun konu olunca pek bir çabuk” tepkisi verdiği (Nesai 3199, Buhari 4788, Müslim 1464, İbn Mace 2000, Ahmed 25251) blok ayetler.
Peygamberliğin artık sona erdiğini duyuran böylesine önemli bir haber bu kadar önemsizleştirilerek mi verilir? Üstelik ne anlama geldiği tam olarak anlaşılmayan “nebilerin mührü” simgesel ifadesiyle. Tamlamayı (hâteme’n-nebiyyin) okumada bile ihtilaf edilmiş ve “mühür” anlamına gelecek şekilde kesre ile (hâtim) okumuşlar. (Taberi, Camiu’l-Beyan, 2013: 10/305). Türkiye’deki Kur’an mushaflarında da yazıldığı şekilde “hâtem” okuyan sadece Kûfeli Âsım (ö. 745). “Hâtim” mühür demek, “hâtem” ise yüzük. Gerçi Kamus-i Kur’an yazarı Ali Ekber Kureşi, mektuplara yüzükle mühür basıldığı için “hâtem” de denilebileceğini söylüyor.
En âliminden en cahiline bu konuda yorum yapmaya çabalayanların kendince öne sürdüğü tek gerekçe insanlığın artık yeterince geliştiği ve hatırlatıcı bir elçiye ihtiyaç kalmadığı yönünde. Bu izah mı şimdi? Elçiler bilgiye erişimdeki yetersizlikten veya az gelişmişlikten dolayı ortaya çıkmadı ki artık gerek kalmasın. Kahire müzesini gezerken 4 bin, 5 bin yıllık kumaşları, giysileri, el aletlerini, teolojik bilgi içeren simgeleri falan gördüğümde kendimi tutamayıp mırıldanmıştım, “Musa’nın mücadeleye kalkıştığı hâkimiyetin teknoloji, bilgi, kültür ve uygarlığı bugünkü standartlara göre bile nasıl da göz kamaştırıcı, nasıl da güçlü, nasıl da caydırıcı.”
Elçiler, varoluşa anlam vermede beşeri krizin derinleştiği zamanlarda zuhur etti ve bu kriz, günümüzde tarihin her zamankinden çok daha derin ve kapsamlı. Kişisel gelişim işleri neden bu kadar rağbet görüyor sanıyoruz. İslami ya da başka inançlardan, hatta seküler taraftan tarikatlar, kültler, hikmetli laf edenler, gurular niye böylesine heyecanla taraftar topluyor? Gelişmiş ülkeler ve toplumlar başta olmak üzere hemen her toplumda büyük bir insani, kültürel, medeni kriz var çünkü.
Kimi tasavvuf erbabı, artık peygamber gelmeyeceğini kurala bağlayan resmi kelamın içinde kalmakla birlikte Allah’ın ölmediğini, diri (hayy) ve uyanık (kayyum) olduğunu hatırlatarak insanı terketmediğini savunuyor. Öyleyse insan, vahyin alanıyla temas kurmaya devam edebilir. Kapılar kapanmış değil. Dünya ve ötesi arasına aşılmaz engeller ve duvarlar konulmadı. Bu tecrübeye “vahiy” denememesi ve “ilham” adı verilmesi, başkalarının hatta kendisinin uyma yükümlülüğü bulunmaması nedeniyle. Teknik ve kavramsal bir meseleden ibaret. Tanık olunan şeyin mahiyeti aynı. Kur’an’daki “Seni terketmedi, sana küsmedi de” cümlesi (Duha 3) Peygamber Muhammed’in gördüğü, işittiği, tanık olduğu hal olmakla birlikte aynı zamanda şimdiki insanın terkedilmişlik duygusunu teskin ve telafi etmek için belki de. Bunların hepsi iddia ve faraziye kuşkusuz.
Eş’ari kelamın siyasi, askeri, mali, sosyolojik gövdesi Sünnilik, tasavvufun yaklaşımına tepkili tabii ki. Bu nedenle yaygın tanımda tasavvufa “Sünniliğin Şiası” deniyor. Zaten İbn Teymiyye de Sünni fıkıhtan tasfiye edilmiş Şia’nın tasavvuf içinde yaşıyor olması nedeniyle tasavvufa öfkeli. Tekfir bile ediyor. Taraftarları onu ve kurduğu Selefilik meşrebini dini tortulardan ayıklama ve saflaştırma görüyor. Halbuki Allah’ın saf dini olmaz. İslam, 7. yüzyılın Hicaz’ındaki dil, kültür, tarih ve toplumun eseri. Selefizmin dini saflaştırma iddiası, Emevici Arap milliyetçiliğinin ideolojik kamuflajı. İslam’ın Hicaz’dan çıkarak İran platosunda muhtelif kavimler eliyle kurduğu, Abbasiler döneminde de Irak’ta zirvesine ulaşan bilim, kültür, sanat, felsefe, tefekkür, uygarlığa tepki.
Müslümanlık peygamberliğin sona erdiğini savunsa da insanın başıboş bırakıldığını söyleyemiyor. Bu nedenle geliştirilmiş ara formüller var. Sünniler her yüz yılda ortaya çıkacak “müceddidler”den bahsediyor. Dini düşünceyi ve hayatı yenileyecek, ıslah edecek, canlandıracak üst düzeyde âlimler bunlar. Zamanın sonuna kadar sürecek bu zincir ve nihayet sonunda da Mehdi zuhur edecek. Yani insan hiç boşlukta ve kendi başına kalmayacak.
Tarihin ve zamanın sonunda ortaya çıkacak kurtarıcı olduğu iddia edilen klasik “mehdi” düşüncesi ıslah edilir de peygamberin işlevini üstlenecek uyarıcı, hatırlatıcı, diriltici kişilerin zaman boyunca var olacağı biçiminde yorumlanırsa sorun çözülebilir. Filozoflar, düşünce insanları, bilim insanları, ozanlar, bilge kişiler, hakikate çağıran peygamberane liderler vs. insanların izan, insaf, vicdan, ahlak, akıl sekteleri anında müdahale edip onları hayata döndüren mehdiler olabilir.
Mehdilik, Platon’un filozof kral modeline benzetilebilir, ama o siyasi egemenlikle ilgili sadece. İnsanlığın içine sürüklendiği çıkmaz hali yalnızca idareyle ilgili değil ki. Doğayla ve insanlarla ilişkilerin tüm yönlerinde kriz çıkabilir ve her durum yasa yaparak tanzim edilemez. Gönüllülük, insaniyet, maneviyat işlerinde yaptırımı olmayan davranışlar ancak hissiyatı harlayarak kımıldatılabilir. Mehdiler bunu yapacak işte.
Oniki İmamcı Şiilikteki özellikli ve mitolojik Mehdi (İmam-ı Zaman) teorisi başka tabii ki. Meşhur Şii kelamcısı Şerif Murtaza’nın (ö. 1044), eş-Şâfi fi’l-İmame adlı eserinde Allah’ın, peygamberliğin sona ermesinin ardından insanlığı başıboş bırakmış olamayacağı önermesinden yola çıktığı ve bunu mutlak adalete ve ilahi lütufa aykırı bularak akıl ve mantık yoluyla imamların varolması gerektiğini kanıtladığı bir teori Onikinci İmam. Peygamberler nübüvvet ile, imamlar ise velayet ile görev üstlendiler ona göre.
Fakat Şerif Murtaza, peygamberliğin tamamlanmasından sonra başlaması gerektiğini öne sürdüğü imamet sürecinin de Onikinci İmam’la sona ermesinin ardından insanlığın yine başıboş kalacağı sorusu ve sorunuyla ilgilenmiyor. Bu soruna Şeyh Saduk’un (ö. 991) gösterdiği çözüm, Mehdi’nin (İmam-ı Zaman) zuhuruna kadar onun neslinden 12 mehdinin geleceği rivayeti. (Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, 1975: 1/250-252). Fakat bu rivayet Oniki İmamcı Şia içinde rağbet görmedi.
Onikinci İmam’ın kayıp olmasıyla müslümanların kendi başlarına kalması problemi karşısında Mehdi’nin bin küsur yıldır hayatta olduğu ve yaşanılan dünya ile irtibatını kesmediği varsayımı izah için yeterli bulunuyor. Zaten onun fiilen yokluğunda fakihler ona vekaleten görev yürüttüğünden (velayet-i fakih) boşluk da doğmamış oluyor. Bunlar teorinin mecburiyetleri kuşkusuz. İmamiyye Şiası, teoriyi yaşatmak ve savunmak için Allah’ı böyle bir modele mecbur bırakmış olmayı dert etmiyor.
Hal böyle olunca, Onbirinci İmam kabul edilen İmam Hasan Askeri’nin tarihsel olarak bir oğlunun doğmadığı, kimsenin görmediği çocuğun yine kimse görmeden bir mağaraya girip bir daha ortada görünmediği bilgisinin hadis tekniği açısından zayıf, çürük olduğu ve delil oluşturmadığı, Hasan Askeri’nin eşi olduğu iddia edilen Nergis’in kim olduğunun bilinmediği, hatta adının bile aslında ne olduğunda anlaşmazlık bulunduğu vs. üzerine kaynaklarda yer alan ihtilaflar, bilgi yetersizliği ve belirsizlikler önemini kaybetti. Ahad haberleri fıkıhta dahi kaynak kabul etmeyen İmamiyye Şiasının alimleri, ahad haber seviyesine de çıkamayan eldeki tarihsel malzemeyi mezhebin aslı esası ve itikadın temeli yapmaya mecbur kaldı. Şerif Murtaza’dan sonraki İmamiyye âlimlerinin, ama özellikle de ravzahanların (mevlithan) ürettiği edebiyat, menkıbeler, öyküler, Mehdi’yi gördüğünü iddia eden tanıklık hikayeleri gerçeğin yerini aldı.
Müslümanlık, ne Sünnilerin zamanın sonundaki Mehdisiyle ne de İmamiyye Şiasının 874’te kaybolmuş ve hala yaşadığı iddia edilen Mehdisiyle peygambersiz çağların beşeri krizine derman olamadı, olamıyor, olamaz da. İnsanlığın felsefi bunalımına verdiği mutlu edecek cevapları da yok. Bilimsel gelişmelere katkı sunamıyor. Avrupa’da görüldüğü gibi felsefe ve düşüncede kronolojik bir dizi filozof ve düşünürle sorunları çözmüş değil. Varsa yoksa fetih, ele geçirme, istila, vurdu kırdı, din dayatma ya da haraç toplama işleri. Bunları yapacak güçten düştüğü 18. yüzyıldan itibaren yavaşça tarih sahnesinden çekilmesinin sebebi bu zaten. İnsanlığın hakikat arayışında ve varoluş probleminde kafa yoracak kapasiteden yoksun olduğu bu sayede ortaya çıktı. 12. yüzyıla kadar sürebilen parlak bilimsel ve felsefi faaliyeti miras görmek yerine nostaljik anlatının konusu yapması da bu işlere hem hevessiz olmasından hem de fetihçilikle bilimsel faaliyetin birarada olamamasından. Ama Batılı rakibine moral üstünlük için o tarihsel birikimi ideolojik, politik, askeri araç olarak kullanmayı da ihmal etmiyor.
İslam’ı ideolojileştirme girişimlerinin tamamı kötücül. Kötü sonuçlar da doğurdu. Görkemli 1979 devriminin İran’ı bunun net örneği. Devrim aşamasına gelene dek toplumu harekete geçirebilmek için merhum Ali Şeriati’nin dinden ideoloji çıkarmakta gösterdiği gayret ve performans mazur görülebilir. Çünkü onun yaşadığı dönemde politik sorunlara ilgisiz dindarlığı motive etmenin yolu ve yöntemi olarak gözüküyordu bu. Fakat Marks’ın ideoloji eleştirisi itibariyle ideolojinin yabancılaştırıcı özelliğini gözardı etmemek lazım gelir. Karşılaştırma tüm öğeleriyle aynı değil kuşkusuz, ama dindarların İslam’a yabancılaşması ve dinden uzaklaşmasına uyuyor. Şeriati yaşasaydı devrimden birkaç yıl sonra bambaşka bir mecraya akan İran’da bu sorunu o da görecekti. Türkiye’de muhafazakarların otokratik iktidarında ideolojik kimlik olarak müslümanlığın hali gibi. Kuralın istisnası yok: İdeoloji dini aslına yabancılaştırıyor.
Hıristiyanlık doğuşundan beri mistisizm ve maneviyat meselesi. Yahudilik etnoloji ve antropoloji konusu. Bu ikisi de olmadığını iddia eden müslümanlık ise ideoloji tartışmasının başlığı. İkinci halifeden itibaren müslüman kimlik din, maneviyat, mistisizm olmaktan çıkıp politik kimliğe evrildi. İlk iki halife, müslümanlığı ideolojik ve politik kimlik olarak inşa ettiler. Muaviye, zincirin, bu kimliği kurumsallaştıran ve hanedan, saray, saltanat olarak yapısallaştıran halkası. İşin teolojisinde ise müslüman kimliğin mimarisindeki rolünü vurgulamak üzere Ali’ye karşı kendini öne süremezdi, öyle bir itibarı yok; o nedenle Ali’nin hatırası ve mirasının karşısına kişisel tarihlerini yeniden yazdırdığı Ebu Bekir ve Ömer’i çıkardı.
Henüz temel soruların cevabı bulunamamışken birileri de Tanrısını ötekilere ve farklı inananlara kabul ettirmeye çalışıyor. Her inancın süsleyip anlattığı ihtida örneklerine tanık oluyoruz. Karşılıklı çetele tutuluyor. İnançlar arasında body-count müsabakası bu.
Hadi diğerleri akıl ve mantık yolunu kullanarak Tanrısını dikte ediyor, ama ya Müslümanlar? Tüm dindarlıklar içinde en tuhafı Müslümanlık. Kendi varsayımına dayalı Tanrı tasavvurunu kabul ettirmek için savaşlar çıkardı tarih boyunca. Ülkeler işgal etti. Bazı Hıristiyan devletlerin birkaç kez kalkıştığı hidayet seferlerini suçluyor ama kendisininkiyle karşılaştırıldığında hem sayısal hem de mahiyet itibariyle Hıristiyanlarınki istatistiğe bile girmez. 8 haçlı seferine karşılık Müslümanların 400’ün üstünde cihat ve fetih savaşı var. Haçlıların fethedip yıllarca hakimiyetini elinde tuttuğu toprak, ülke, toplum yok. Müslümanlar her fetih seferinden sonra ülkeleri ele geçirip toplumları uzun yıllar haraca bağladı.
Kainatı yaratan ve içindeki her şeye, herkese merhametli, rahman ve rahim olan Allah’ın, Müslümanların fetih adı altında ülkeleri işgal etmesini, servetlerini yağmalamasını ve oralarda yaşayanlara tahakküm etmesini istediğine inanılıyor. Güçleri yetse şu anda da fetih seferlerine çıkacaklarını açıkça söylüyorlar. Allah adına ve onun seçtiği inanç topluluğu olduklarından kesin emin olarak.
Müslümanlık, savaş gücü olduğu dönemlerde fethettiği yerlerde Tanrısını kabul etme zorunluluğu getiriyordu. Teklif yapılanların üç seçeneği vardı. Ya onlar gibi inanacaklar, ya reddedip öldürülecekler ya da ömür boyu haraç (cizye) ödeyecekler. Hem de aşağılanmışlıklarının simgesi olan davranışı ve ritüeli her defasında uygulayarak. (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 2004: 11/263, 33172). Aşağılanmış olduklarını göstererek cizye, haraç verme hükmünü Tevbe 29’un son cümlesine dayandırıyorlar. Oysa ayette, Hudeybiye anlaşmasıyla sağlanan süresiz saldırmazlık durumunu daha iki sene geçmeden bozan ve geniş katılımlı koalisyonla büyük bir savaşa hazırlanan Mekkeli paganlara ve müttefiklerine, savaşta yenildiklerinde uygulanacak tarife (ceza ve tazminat) önceden duyuruldu aslında. Caydırma amaçlıydı tabii ki. Tüm zamanlar için geçerli inşaî hüküm değil yani. Ama Müslümanlar bu bağlamı terkedip kendilerinin çıkardığı savaşlara uyguladı bunu. Cizyeyi de Müslüman olmayanların kelle vergisi yaptılar.
Fakat cizyeyle bile kurtulamayacak olanlar da var. Ünlü Hanefi fakihi Serahsi (ö. 1090) onları “mürtedler ve puta tapanlar” diye tanımlıyor. Bunların hakkı kılıç ya da İslam’mış. (Şeybani’nin [ö. 805] Kitabu’s-Siyeri’l-Kebir’ine Serahsi’nin şerhi, “babu’d-dua inde’l-kıtal”, 1997: 1/57).
Müslümanlar, Allah’ı memnun ve mutlu etmek için istila ettikleri ülkelerdeki erkekleri köle yaptı, alınıp satılan mal haline getirdi. Çocuklarıyla birlikte. Kadınlara da cariye seviyesini uygun gördü. Cariyeyi köleden ayırmamızın sebebi, mülkiyetine sahip olunan kadınların nikahsız seks kölesi yapılabilmesi. Evli olsalar ve kocaları bulunsa bile. Çünkü mülkiyeti nikahtan daha güçlü bağ görüyorlar ve nikahı iptal ettiğini savunuyorlar. (Bedreddin Ayni [ö. 1451], el-Binaye fi Şerhi’l-Hidaye, 1990: 5/585). Hatta Şii Kuleyni’nin (ö. 941) Kâfi’sinde, satın alınan cariyenin hamile olup olmadığının ortaya çıkmasını (iddet/istibra) beklemeye bile gerek olmadığına ilişkin rivayet var. (El-Furu mine’l-Kafi, 1988: 5/474, “babu istibrai’l-emet”, rivayet: 9). Çünkü cariye mülkiyetin konusu, izdivacın değil.
Bu vakaları tarihsel sayıyoruz ama IŞİD’in Suriye ve Irak’taki ürkütücü ve tiksindirici performansını hatırlayalım. Fırsat bulunduğunda hemen hortlatılacak malzeme ve mevzuat kitaplarda mevcut. Liberal demokrasinin başkentlerinde mollalar minberlerden bu müfredatın İslam’ın ta kendisi olduğunu haykırıyor her gün. Bütün bunları Tanrının emrettiğine inanıyor Müslümanlar. Başka hiçbir dinde böyle teorik bir düzenleme ve mevzuat yok. Başka kimsenin Tanrısı böyle şeyleri özendirmiyor.
Medyascope