Kenan Çamurcu yazdı: İslamofobi edebiyatı – 1 | İslam korkusu mu, korkutucu İslam mı?

1996’da, Erdoğan’ın İBB başkanlığı döneminde düzenlediğimiz etkili entelektüel programlardan birinde Gilles Kepel’i davet etmiştik. Dönemin hararetli tartışması itibariyle beklenebilecek yankıyı uyandıran Allah’ın Batısında kitabı yeni yayınlanmıştı. Kitapta, artık Batı’nın parçası olmuş Müslümanlıklara ilişkin gözlemlerini ve tezlerini yazmıştı. Bu alanda yapılmış en iyi çalışmaydı. Sahaya ilişkin ilk kitap bile olabilir.
Cezayir’de İslamcı (ve Selefi) Front Islamique du Salut (FIS), 1990 yerel seçimlerine giderken kampanyasını, “Cezayir’den fiziksel olarak kovulan Fransa’nın entelektüel ve ideolojik olarak da kovulması, bunun için de onun zehirli sütünü emmiş yandaşlarını başımızdan atma” (Allah’ın Batısında, 1995: 204) ana fikri üzerine kurmuştu ve bu, İslamcıların toplumu dinsel kutuplaştırarak iktidarı ele geçirme algoritmasının İran’dan sonra ikinci örneğiydi. Kutuplaştırma, İslamcılığın eylem doktrini olarak 90’lar boyunca Avrupa’da ve Türkiye’de çatışmalı hâlin devamını sağlayan yakıt oldu. Hâlâ buna devam ediyorlar ve işe de yarıyor.
Front Islamique du Salut, aslında “İslami Kurtuluş Cephesi” demek. Ama “kurtuluş”un sol örgüt çağrışımı nedeniyle Türkçede “İslami Selamet Cephesi” tercümesi tercih edildi. 12 Eylül 1980 darbesiyle kapatılan Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’ni hatırlatsın diye.
Kepel, İstanbul’a geldiğinde konferanstan önce bizimle kitabında anlattığı mevzular etrafında sohbet etmek istediğini söyledi. Ofiste misafir ettik onu; yemek, kahve, çay derken sohbet koyulaştı. Çok konu konuşuldu ama en önemlisi İslamcıların Cezayir tecrübesiydi. Benzer bir yolda yürüyen Refah Partisi’ni nasıl bir akıbetin beklediğine odaklandık. Kepel, Türkiye’de de İslamcıların yerel seçim başarısının genel seçimde zafer getireceğini biliyordu. Ama merak ettiği, Refah Partisi’nin Cezayir’deki İslami Selamet Cephesi (FIS) gibi dinî radikalizme mi yoksa demokratikleşmeye mi yöneleceğiydi. Sohbete katılanlar, demokratikleşme, hak ve özgürlüklerin artması, hukuk, hoşgörü, diyalog yolunun dindarların hayrına olacağını savundu. Dinsel radikalizmin karanlık tercih olacağını özellikle belirterek.
Kepel, Müslümanların demokrasiyi sadece seçim kazanmaktan ibaret gördüğünü, gücü ele geçirince başkalarını yok sayan kendi dünyalarına döndüklerini hatırlattı. İran Devrimi’ni örnek verdi. Cezayir’de FIS da aynı yola girdiğinde sistem darbe yaparak tepki göstermiş, sonra da işler çığırından çıkmıştı.
Cezayir örneği Türkiye’de 1997’de, Mısır’da 2013’te tekrarlandı.
Mısır’da, boykot edilen 2012 seçiminde toplam seçmen itibarıyla yüzde 26 ile seçilmiş Mursi, bu meşruiyet krizine aldırmayarak ilk günden itibaren ülkeyi fethetmeye girişti. Buna tepkiyle Şubat 2011 Devrimi’ndekine benzer kitlesel protestolarla karşılaşmasına rağmen itiraz ve taleplere kulak asmadı. Gerilim artınca da ordu 2013’te darbe yaptı ve o da feci sonuçlar doğurdu.

Türkiye’de Refah Partisi’nin yerel ve merkezi iktidar deneyiminde, Erbakan dinsel radikalizme prim ve umut vermediği hâlde, ordunun 28 Şubat 1997’de yaptığı darbe, Türkiye’nin Cezayir olmaması için “önleyici saldırı (veya vuruş)” doktriniyle haklılaştırılmaya çalışıldı. Bu nedenle, iktidardan düşürülmesine rağmen aslında hedefin Erbakan ve onun Milli Görüş’ü olmadığı söylendi açıkça.
FIS’ın zafer sarhoşluğuyla ülkenin tek hâkimi olmaya depara kalktığı Cezayir’de eski model ideolojik rejim tabii ki matah değildi ama İslamcılar da aynı şeyi kendi dünya görüşlerinin egemenliğiyle yapmak istiyordu. Kepel, İslamcıları “biletli yolcu olarak uçağa binen, ama uçağı kaçıran korsanlar”a benzetti sohbette. Ben, belediyeyi temsilen, bu görüşlerine rağmen onu davet edecek kadar özgüvenli ve demokratikleşmeye inanmış insanlar olduğumuzu söyleyince, “Adına konuştuğun politikacılar senin gibi düşünmüyor olabilir, çok güvenme” deyiverdi.
Kepel’le karşılaşan biri olursa mesajımı iletsin lütfen: Haklı çıktın Gilles, adına konuştuğum İslamcı politikacıların meğer demokratikleşme, özgürlükler, insan hakları, hukuk falan umurlarında değilmiş. Galiz istibdat, sırlı ajandalarıymış. Kişisel refah temini ve muhafazası için yapmayacakları fenalık yokmuş. Dindarlığın mağdur ve mazlum olduğu yolundaki şikâyetler, dinsel istibdat kurmanın peşreviymiş. İslam karşıtlığı denilen, şimdiki markasıyla İslamofobi suçlaması da aslında tasalluta, tegallübe ve tahakküme mâni durumları bertaraf etme stratejisiymiş.
Bütün bunları demokrasi uçağına biletli yolcu olarak binip yaptıkları çok doğru. Bizimkisi ise yersiz ve gereksiz demokrasi romantizmiymiş.

Müslümanlar neden dindarlıklarını teşhir etmeye çok hevesli? Adına da “tebliğ” diyerek? Avrupa şehirlerinde sokaklarda namaz kılmalar, hoparlörden yüksek sesle Kur’an kıraatı, kutsallaştırılmış kılık kıyafetle sokaklarda gövde gösterileri falan? Sebebi basit: Onların algı dünyasında İslam, kişinin kendini geliştireceği, kendini terbiye edip iyi insana dönüştüreceği bir din değil. Kur’an’da bu yöndeki onlarca ayete rağmen. Din onlar için politik amacın alet edevatı sadece. Bu dünyada hakimiyeti uğruna mücadele edilecek kimlik. Kendini iyi insan yapmak yerine ötekini baskı altına alma, ülkeler fethetme, hakimiyet kurma emelinin ideolojisi işte bu nevrotik inancın sonucu. Bu yüzden Avrupa’daki demokratik değerlere uyum sağlayamıyorlar.
Hukuk, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, eşitlik, adalet, ahlak onların dünyasında anlam taşımadığı için bulundukları ülkelerin standartlarıyla hep kavgalılar. Trafikte gönlünce davranamadığı, “Kurban Bayramı”nda şehri kana bulayamadığı, sokakları kirletemediği, tüm simgeleriyle Noel Bayramı’na maruz kaldığı, sağında solunda domuz eti, alkol, neşe, eğlence gördüğü ama bunlara müdahale edemediği için öfkeli. Bu nedenle oralar onun için cehennem, kuralsızlığın keyfini özgürce sürebildiği kendi ülkesi de cennet.
Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve hukuk alanında sıfır puanlı muhtelif Müslümanlıklar dünyaya ne vadedebilir? Eleştirdiği Batı’ya alternatif iyiyi sunmak bir yana, o seviyenin bile yüz yıl gerisinde. Oysa yüz yıl önce Müslümanlığın reformist elitleri, meşrutiyet ve anayasa hareketlerine öncülük ederek Batı ile başabaş koşuyordu. İslamcılar, bulundukları ülkede sosyal hayatın kalitesinin artmasına, kültürel ve entelektüel gelişime, siyasal mükemmelleşmeye nasıl katkı sunabileceğini asla düşünmüyor. Böyle bir derdi hiç yok. Bilakis çalışmadan sosyal yardımlarla hayatını sürdürmenin kestirme yollarını bulmanın peşindeler. Devletten para desteği almak için çocuk yapacak kadar bayağılaşmakta beis görmeyenler var.
Almanya’da 2023 itibariyle Hartz IV işsizlik yardımı alan 6.4 milyon kişiden yaklaşık 1.8 milyonu yabancı uyrukluydu. Bunların yüzde 70’i Müslüman göçmen. Yardım iş bulunana kadar verildiğinden devletin onlara sunduğu işleri kişiliğine uymama, fiziksel yetersizlik vs. gibi uydurma gerekçelerle geri çevirip sosyal yardım almaya devam edenler bunlar. Medeni ortam haliyle, hukuk var, insan haklarına hassas, “o zaman defol git ülkene” diyemiyorlar. Bedavacı göçmenler de bu güçlü hukuk şartını devletin ve toplumun zaafı görüp şımarıklık ve arsızlıkta sınır tanımıyor.

İsviçre’de Basel ve Cenevre gibi bölgelerde sosyal yardım harcamaları yüzde 70’e varan oranda Müslüman göçmenlere gidiyor. İsveç’te Malmö ve Stockholm’ün bazı semtlerinde Müslümanlara yapılan sosyal yardım oranı yüzde 60-70 aralığında. Danimarka’da Müslüman göçmenlerin işgücüne katılım oranı sadece yüzde 28. Buna karşılık sosyal yardım oranı yüzde 60. Böyle uzayıp gidiyor. Veriler bütün gelişmiş Batı demokrasilerinde aşağı yukarı aynı.
Avrupa’da vergi mükelleflerinin paralarından oluşmuş fonlardan sosyal yardımla geçinen ve yan gelip yatan Müslüman göçmenler, Avrupalıların çalışıp didinerek ödedikleri vergileri afiyetle yerken utanmıyor. Kul hakkı, haram helal geçerli değil Batılı toplumlar konu olduğunda. Bilakis “kafirler”in parasını kurnazca yedikleri için gurur duyuyorlar. Çalışan göçmenler de “gavura hizmet ettikleri” gerekçesiyle hak ettiklerinden fazlasına alacaklı olduklarına dair bir düşünce geliştirmiş, benzer kestirmeleri kovalamayı ihmal etmiyorlar. Bu kişilik bozukluğu hoş görülmediğinde ve vergi mükellefleri bu duruma itiraz ettiğinde heybeden “İslamofobi” pankartını çıkarıyorlar hemen.
“İslamofobi” kamuflajının, dinî istibdat dünyasının kötülüklerini perdelemeye verilen ad olduğu yeterince örnekle kanıtlı belgeli.
Müslüman idrakte yeryüzünün onlara ait olduğuna ilişkin sapkın bir inanç var. Kutsal bir hak olarak diledikleri yeri fethedebilirler. Çünkü Allah’ı temsil ediyorlar ve onun şeriatını uygulamak için her toprağa, diyara, ülkeye ve topluma el koyma, temellük etme, istila ve işgale yetkili kılınmışlar. “Kudüs bizim”den başlayıp Endülüs’e, yani İspanya’ya ve nihayet dünyanın tümünü fethetmeye kadar hak iddia edip bu toprakların şu anki egemenlerini suçlu çıkartan psiko-patolojik hal.
Kainatı yaratan ve içindeki her şeye, herkese merhametli, rahman ve rahim olan Allah’ın, Müslümanların fetih adı altında ülkeleri işgal etmesini, servetlerini yağmalamasını ve oralarda yaşayanlara tahakküm etmesini istediğine inanılıyor. Böyle bir Tanrı inancı.
Tanınmış bir molla haykırıyor: Nehirden denize Filistin İslamındır, geri alınmalı. Ama yetmez, İspanya da İslamın. Onu geri alınca sırada Roma var ve Konstantinopol gibi fethedilecek. Böyle böyle bütün dünyaya boyun eğdirecek Müslümanlar.
“Nehirden denize Filistin” dedikleri basbayağı antisemitik tehcir, tenkil, imha hedefi. Tarihsel adıyla Yahuda ve Samara’yı Yahudilerden arındırma planı. Zaten Hitler’in yarım bıraktığını tamamlama hülyalarını açıkça söylüyorlar. Hem de Almanya, Londra, Paris ve diğer şehirlerde Nazi istilasıyla ilgili anıların henüz capcanlı olduğu caddelerde.
Cihatçıların, terör dahil her yolla tüm dünyayı Müslümanlığa boyun eğdirme iştiyakıyla dolu olmasının ideolojik zemini bu. Batılı gelişmiş ülkeler buna izin verilemeyeceğini söylediği an patlatılan “İslamofobia” feryadü figanı tabii ki garip, acayip, tuhaf, şaşırtıcı. Allah rızası için kötülük yapmaya cihat adı veriliyor.

Avrupa’da müreffeh ve yüksek standartlı hayatlar yaşarken oraları Afganistan yapmak isteyen “şeriat” taliplisi radikalleri görünce öfkelenen Avrupalılar yerden göğe haklı. Ağlak ve sinsi “İslamofobi” edebiyatının gizlemediği emel, Avrupa şehirlerinde ekonomik ve sosyal nimetlerden azami yararlanırken gündelik yaşamı kendi dünyasındaki distopik, karanlık, ilkel tasavvura benzetme hedefi. Öyleyse göçmen karşıtı politik gruplar, kendi ideolojik evrenlerinde ne kadar tutarsız, kriminal, kabahatli olurlarsa olsunlar, sığınmacıların veya yerleşimcilerin, geldikleri ülkelerdeki yaşanmaz koşullardan kaçıp Batı’daki iyi hayata sığınmadığını, bir tür işgale geldiklerini propaganda ederken gerçeği çarpıtmıyor.
İslamcıların, Batı ülkelerinin yasalarına uymanın Müslümanlıkla bağdaşmayacağını söylemesinin sahada sonuçları var. 2022 verilerine göre İsveç’te Müslüman göçmenlerin yüzde 15’i şiddet suçlarının yaklaşık yüzde 30’una karışmış. Almanya İçişleri Bakanlığı’nın 2023 raporuna göre suç işleyenlerin yüzde 30’u yabancılar. Özellikle cinsel saldırılar ve hırsızlık suçlarında bu oran daha da yükseliyor. İspanya Barselona’da 2024 yılında yapılan tutuklamalarda yüzde 78,7’si göçmenler. Hırsızlıkta yüzde 91, cinsel saldırıda yüzde 73 tutuklu oranı tespit edilmiş.
Fransa Ulusal Demografi Enstitüsü (Institut national d’études démographiques) tarafından yayınlanan 2016 tarihli “Göçmen Soyundan Gelen Gençlerin Cumhuriyet Değerlerine Karşı Tutumu” başlıklı araştırmaya göre Müslüman göçmenlerin laiklik ve eşitlik gibi Fransız değerlerini benimseme oranları çok düşük. Yani Müslümanların topluma entegrasyonu neredeyse sıfıra yakın.
Avrupa Dış İlişkiler KonseyiAvrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) ve Avrupa Kültür Vakfı’nın (ECF) yayınladığı rapor, AB’nin “Avrupalılık” tanımındaki “beyaz” nitelik Müslüman göçmenleri dışarıda bıraktığı için dışlanmışlık duygusuna neden olduğuna dair özeleştiri yapmış. Çok saf değerlendirme tabii ki. Daha oraya gelmeden Müslümanlığın teorisinde “kafirleri dost edinmeme kuralı” var oysa. Buhari’de (hadis 30) Peygamber’e atfedilen “Lailaheillallah diyene dek insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.” sözü Müslümanlık dışındaki herkese düşman hukukunu normalleştiriyor.

İsveç başbakan yardımcısı, Müslümanların bu türden inanç ve pratiklerinin ülkeyi tahrip ettiğini uyarıp “İslam uyum sağlamalı, uyum sağlayamayanlar ülkeyi terk etmeli” derken haksız mıydı öyleyse? İtalya Bologna’daki Via Jacopo di Paolo camisinin imamı, Hamas’ın silahlı şiddetine destek verip Müslümanları dünyanın her yerinde cihada çağırdığı için 30 yıldır yaşadığı İtalya’dan sınır dışı edildiğinde Batı suçlanır mı? Suriye ve Irak’taki korkunç sabıkası ve ürkütücü hayat tarzıyla Türkiye sokaklarında gövde gösterisi yapıp sağı solu taciz eden IŞİD üniformalı kadınlar ve kocalarına aynı tarife uygulansa Türkiye hak mı ihlal etmiş olacak?
İslamofobi, İslam’a saygısızlık, Müslümanlardan nefret vs. ithamlarla Batılılara tepki gösteren Müslümanlar, tuhaf düşünce ve inanç dünyalarının Batı’da saygı görmesini bekliyor. Hukuk, insan hakları, eleştiri-düşünce-ifade özgürlüğü gibi değerleri savunarak böyle şey olamayacağını söyleyen Batılıları da İslamofobi üretmekle suçluyor.
Diğer din, inanç ve düşüncelerden insanların tamamının sapkın, bir tek Müslümanlığın hak ve geçerli olduğunu iddia eden ve bu kesinliğin herkesçe teyit edilmesini bekleyen bir dinsel evren mevcut Müslümanlık. Avrupa’nın üç yüz yıllık fikrî tartışma, ikisi dünya savaşına dönüşmüş üç iç savaş, bir devrim ve irili ufaklı çatışmalar sonunda varabildiği demokrasi, insan hakları ve özgürlükler rejimini tarih ve kültürüne eleştirel bakmadan başarabileceğini zanneden politik mütedeyyinlik. Peygamber’in “Medine” adı verip medeniyete adım attırdığı şehri bile kısa sürede kendine benzetmiş toksik çoraklık.
Müslümanların masif çoğunlukta olduğu ve baskı altında tutulan farklı kültürlerin kamusallaşamadığı ülkeler toplumsal olarak da siyasal olarak da depresif, mutsuz, neşesiz, klostrofobik yerler. Buralardan Batı’ya göçmen olanlar yanlarında bu bagajı da getiriyor ve gittikleri ülkelerde kimliği koruyabilmek için o kültüre sıkı sıkıya sarılıyorlar. İslamofobi bıktırıcı bahane, asıl mesele bu.
Batı’da tepki gösterilen İslam’ın Müslümanların anlattığı, savunduğu, inandığı İslam olduğunu unutmayalım. Yani Müslümanlığın bütün inançlardan ve Müslümanların bütün insanlardan üstün olduğuna, 6 veya 9 yaşında küçük bir kızın Peygamber’le evlendirildiğine, Allah’ın erkeğe karısını döverek terbiye etme hakkı ve yetkisi verdiğine, inanmayanları buldukları yerde öldürebileceklerine, dinden vazgeçen Müslümanları dinden dönme (irtidat) suçuyla öldürme hakkı olduğuna, Müslüman olmayanlarla savaşırken ölen dindarı cennette 70 (hatta yüzlerce, binlerce) küçük kızın (huri) beklediğine vs. inanan, böyle tuhaf yorumlarla inananlarını motive eden dini İslam olarak tanıyor Batılılar. Öyle olmadığını anlatmaya çalışanların sesi de kavga gürültü arasında duyulmuyor. Belki gerçeğin farklı olduğunu söyleyen seslere kulak vermek Batı’daki aşırılıkçıların işine de gelmiyordur.
Batı uygarlığının gelişmiş şehirlerinde müreffeh ve yüksek standartlı hayat sürerken o imkânların toplumuna, inancına, ülkesine hakaretler eden Müslümanlık hem bu çirkin davranışı kendine hak görüyor hem de buna rağmen saygı bekliyor. Mesela Türkiye’de politik Sünniliğin temsiliyetini haiz sosyoloji, İsa Mesih’in doğum yıldönümünde devletin gözü önünde ya şişme Noel Baba bıçaklıyor ya silahlarla bacadan çıkmasına nöbet tutuyor ya da sokaklarda Noel nefreti propagandası yapıyor. Müslüman olmayanlar Müslümanların bayramına katıldığında kendi diniyle iftihar manşetleri atıp onların bayramına katılma nezaketine “Müslüman Noel kutlamaz” haykırışlarıyla tedhiş estiren radikalizme kim niye anlayış göstersin.
Mekkeli paganların (müşrikler) Peygamber’e yakıştırma ve nitelemelerini Kur’an’daki ayetlerden öğreniyoruz ya, bugün aynı nitelemeleri söyleyen veya yazanı suikastla infaz etmeye tetikte ve pusuda bir Müslümanlık bu. Bunu da Peygamber’in suikastlar düzenlettiği yalanıyla meşrulaştırıyor.
Peygamber’i, gözü görmeyen yaşlı başlı bir Yahudi’nin, ihtiyar bir kadının, bir şairin sinsi ve kalleş pusuyla katledilmesini azmettirmiş acımasız katil gösteren uydurma rivayetleri bağımsız bir yazıda anlatacağım. Peygamber’in şahsiyetini lekelemek için uydurulmuş bu rivayetler Müslümanlığın tedhiş, terör, vandalizm sabıkasını temize çekmede kullanılıyor.
Beyazın üstünlüğüne inanmış Hıristiyan bir terörist, 2019’da Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde bir cami ve kültür merkezine saldırdı. Terör eyleminde 51 kişi hayatını kaybetti, 49 kişi yaralandı. Yeni Zelanda ayağa kalktı. Aslında Batı dünyası ayağa kalktı demek daha doğru. İsrail “küstah terör eylemi” dedi. Saldırı için düzenlenen anma törenine Yeni Zelanda devletinin tüm yöneticileri eksiksiz katıldı. İnançlı, inançsız binlerce Yeni Zelandalı, Maoriler, herkes törende büyük üzüntüyle hazır bulundu.
Dünyanın farklı yerlerinde Müslüman teröristler Hıristiyan katliamı yaparken veya İsrail’de Yahudi, Arap, Dürzi, Çerkes önüne geleni öldürürken böyle bir hassasiyetin benzerine Müslümanlar arasında bir tek örnek çıkmamasına biraz sonra geleceğim.
Christchurch saldırısında ölenler anısına düzenlenen törende Müslümanlar dışında sahneye çıkan herkes acıyı paylaşıp üzüntüsünü, tepkisini, protestosunu ifade ederken Müslüman temsilciler faciayı fırsata çevirmeyi ihmal etmedi. Hatta saldırıdan kurtulanlar bile. Yakınları ölmüş ve kendileri yaralanmışken böyle bir saldırıyı şiddetin her türlüsüne karşı kolektif hassasiyet bilinci için değerlendireceğine ve bu vesileyle Müslümanların da dünyanın değişik yerlerinde Hıristiyanları ve Yahudileri öldürmesini kınayacağına, dünya televizyonlarının canlı yayınında İslam’ı tebliğ etmenin eşsiz fırsatı saydılar o ânı. Nağmeli ayet okumalarla falan.

Sanıyorlar ki oraya acıyı paylaşmaya gelenler veya televizyondan izleyenler, okudukları ayetlerden ve yaptıkları konuşmalardan etkilenip topluca Müslüman olacak. Selefi terörün simgesi, kazınmış bıyıkları ve uzun sakallarına, üstlerinde geldikleri ülkenin tarihsel yerel kıyafetlerine rağmen böyle bir etki yaratmayı umdukları açık. O kıyafetleri de folklorik neşeyle giymiyorlar, bilakis içinde yaşadıkları “kafir” topluma benzememek, ondan ayrılmak için bu. Çünkü ellerinde giysiyle ilgili “kime benzemeye çalışıyorsanız o kavimdensiniz” (Ebu Davud 4031) diye bir hadis var. “Kafirler”e benzememek için farklı giyinmek zorundalar. O farklılığı da kendi yerel kültürlerinden kıyafetlerle gösteriyorlar. Bu da Müslümanlığın gereği oluyor. Bu kadar da taşralı, cahil, hakikate ilgisiz ve meraksız, gerçek dünyadan kopuklar.
Halbuki yaşadıkları Yeni Zelanda, dünyanın en özgür ülkesi olmayı seküler niteliğine borçlu. Tüm standartlar ve kriterler bakımından dünyanın zirvesinde yeralan bu ülkeyi, bıyıkları kazıyıp sakalları uzatmayı din yapmış bu Selefi cahillere verseler, göz açıp kapayıncaya kadar dünyanın en sefil yeri haline getirirler.
Hıristiyanlar ve Yahudiler Christchurch’te Müslümanlara yönelik tek kişilik terör eylemine böylesine büyük tepki göstermişken Müslümanlar, kendi içlerinden çıkmış terör örgütlerinin sistematik katliam ve kıyımlarına neden dünya çapında kitlesel tepki ve protesto eylemi düzenlemedi hiç? Sadece Christchurch saldırısının yapıldığı 2019’da Müslüman terör örgütlerinin 4 bin 136 Hıristiyan’ı öldürdüğü raporlandı. Open Door ve Pew’in teyit ettiği başka çok sayıda saldırı var.

Vatican News’un 2023 raporuna göre 2009–2023 arasında Boko Haram ve Fulani milisleri 52 binin üzerinde Hıristiyan’ı öldürdü. Sudan’da, Nijerya’da, Mısır’da, şu anda Suriye’de Müslümanların Hıristiyanlara yönelik sistematik katliamları devam ediyor. Ama Müslüman dünya bu facialara tepkiyle sokaklara dökülmüyor, Hıristiyanların acısına ortak olmuyor, küresel tepkiye öncülük etmiyor. 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail yerleşim yerlerinde birkaç saatte yaşlı, genç, çocuk 1200 masumu katletmesine, aralarında 10 aylık bebek de bulunan 250 insanı rehin almasına tepki göstermemek bir yana, faciayı konu bile etmediler.
Yeni Zelanda’da 51 Müslüman için dünyayı ayağa kaldıran anma törenlerinin benzeri tepkiler, Hıristiyanlara yönelik katliamların gerçekleştiği Müslüman ülkelerde düzenlenmiyor. Ama en önemlisi, Müslümanlar ayağı taşa takılsa “İslamofobi” diye çığlık atarken Hıristiyanlar bu denli büyük kayıplarına rağmen “Hristiyanofobi” diye haykırmıyor.
İslamofobi, antisemitizm ve antikristiyanizmle aynı hizada aslında, ama İslamofobiden müşteki Müslümanlar ne antisemitizme ne de antikristiyanizme hassas. İslamcılar, Yahudi bir aileye servis açmayı reddeden antisemitik restaurant sahibinin videosunu coşkuyla ve heyecanla paylaşıyor. Restaurant sahibi, Netanyahu hükümetinin Gazze politikasından o aileyi sorumlu tutarak mekandan kovmuş. Aile belki de Netanyahu muhalifi. Müslüman ülkelerde benzerine asla rastlanmayacak demokratik özgürlük ortamında Netanyahu’nun evinin kapısına dayanıp onu istifaya çağıran binlerce İsrailliden biri belki. Ama restaurant sahibinin dünyasında sadece Yahudi onlar ve imha edilmekten başka muameleyi hak etmiyor. İslamcılar da zaten bu hükme bayılıyor. O nedenle İngiltere mandatörken Londra’nın atadığı Yeruşalayim müftüsü Hüseyin el-Emini, Hitler’in dizi dibinde ona bağlılık yemini etti ve Filistinlilerden nazi tugayı kurdu.

Şimdi, bahsi geçen o restaurant sahibi, Yahudi aileye reva gördüğü muameleyi mesela Erdoğan’ın Suriye politikası nedeniyle Türkiye’den Müslüman bir aileye yapsaydı ne olacaktı? Tabii ki İslamofobi, Türkofobi feryadını işitecektik.
Mesela Ramazan’da oruç tutmayanların açıktan yemesine kızıyor ve muhatap güçsüzse hemen şiddete başvuruyor İslamcılar. Oruç tutana saygılı olunması gerektiğini söylüyorlar. Saygıyı ödeve dönüştüren garip bir anlayışları var. Halbuki saygı bireysel, duygusal bir şey. Medeni davranış. Saygının tanımlanmış formu yok. Kimseye belli bir saygı şekli de dayatılamaz. Ama Ramazan’da açıktan yemek yiyene şiddet uygulayarak nasıl saygılı olunması gerektiğini göstermekten çekinmiyorlar. Her Ramazan vandalizmin muhtelif örneklerine tanıklık ediyoruz. Müslümanlar başkalarının kutsallarına asla saygı duymuyor, ama başkalarından sürekli saygı bekliyor. Mecbur ederek üstelik. Eleştiriye kapalı olmayı da saygı kapsamına alıyorlar. Müslümanlığı ve Müslümanları eleştirmediğinde saygılı, eleştirdiğinde saygısız ve İslamofobik oluyor Batılılar.
Kültürel farklılık diyerek ilkelliği eleştiriye kapatmak, Müslümanlıkların tipik savunma hattı. Zihinsel, bedensel binbir meşakkatle şu anki seviyesine gelmiş Batı medeniyeti bu ilkelliğe tepki verdiğinde ise mağduriyet ve fobi mızmızlanması heybede hazır.
İslam’a ve Müslümanlara yönelik eleştirilere demonte yakıştırma, oryantalizm suçlaması. Eleştirilere bağışık kalmayı sağlayan İslamofobi kampanyasının sosyal bilimler eleğinden geçirilip rafine edilmiş şekli.
Hoşgörüsüzlüğü kesinlikçiliğe bağlayıp ancak bundan kurtulunursa demokratik çoğulculuğun kurulabileceğini keşfeden Batı uygarlığına mukabil, Müslümanlık, dogmatik kesinlikçilikle bekâsının mümkün olduğuna inanıyor. Öyleyse sevinçle Batı’nın görececiliğini onun zaafı olarak kullanabilir. Batı, oryantalizm suçlamasıyla mahcup edildiğinde kesinlikçilikten vazgeçmemeyi kimlik davası yapmış Müslümanlığın her türlü tuhaflığını gizleyip saklaması kolaylaşacak. Bu sayede hep mağdur ve hep haklı görünmeyi meşrulaştırabilirler.
Batı’da güçlü bir tövbe kültürü var. Her hafta veya gerek duydukça daha sıklıkla kilisede tövbe etme, politik kültürde ve sosyal hayatta özeleştiriye dönüşmüş. Müslümanlıkta tövbenin adı var, ama kültürü yok. Kur’an’da övülen “nefs-i levvame”, kendini suçlayan, kınayan ve eleştiren nefis pratikte Müslümanlar için hiçbir anlam ifade etmiyor. Kendilerine dönüp bakmıyorlar, hep karşıdakini suçluyorlar. Bu kuşkusuz psişik eksiklik, kompleks, eziklik, yetersizlik hissiyle çok alakalı.

Göçmenler ve Filistinliler, yani adları geçtiğinde otomatik mağduriyet ve acıma hissi uyandıran gruplar, Batı’da kendilerini savunan politik gruplar için vicdan aklamanın imkanı ve fırsatı olduklarının farkında değiller galiba. Yahut gayet farkındalar da onlar da bu imkan ve fırsatı doyasıya kullanıyorlar. Hal böyle olunca göçmenler ve Filistinlilerden sadır olan her fenalık, üzerinde durulmayacak detaya dönüşüyor. Peşinen mazurlar, ne isterlerse yapabilirler. Onlara acıyan Batılıların, o yaptıkları fenalıkları dikkate almayacağının garantisi var ellerinde.
Eleştirel aklı reddetmiş, geride kalmış, cılız, çürük, yoz, kof kültürün sefil halini “yerel kültür” güzellemesiyle sempatik bulup hoşgörüyle karşılayan Batılıya kızmamak lazım. Ortadoğulu kendi kültürüyle hesaplaşmadıkça bu muameleyi fazlasıyla hak ediyor.
Batı’daki gelişmeyle kıyaslandığında Müslümanlığın sorununu, dini metafizikleştirip işlevsiz hale getirme ve romantizm baygınlığından çıkamama olarak özetlemek mümkün. Eleştirel tarih okumaları yapılamıyor ve teori inşa edilemiyor. Varsa yoksa hayali geçmişi yüceltme ve kutsama. Şizo-kültürel maraz hali.
Neden nesiller geçmesine rağmen Müslüman toplumlarda herhangi bir değişiklik olmuyor? Çünkü nöroplastisite meselesi bu. İçinde bulundukları ve değiştirmedikleri çevre, eğitim tarzı, sosyal etkileşimler, din kültürü, dogmalar, kesin inançlılık sadece ezberleri tahkim etmekle kalmıyor, beyinde fiziksel değişikliğe de yol açıyor. Mesela taksi şoförünün, çalıştığı şehirle ilgili beyindeki mekan merkezinin gelişmesi gibi. Cihat, savaş, çatışma, mücadele, ötekine karşı ihtiyat, düşmanlık vs. ile sürekli uyarılan beyinde uyum, barış, uzlaşma, müzakere sinapsları kapanıyor. Çevre, kültür ve eğitim tarzında değişiklik yapmayan Müslümanlar bu nedenle hep huysuz, uyumsuz ve çatışmacı olacaklar ve bu değerlendirmenin ırkçılıkla ilgisi yok. Irkçılık, bu bahsedilen etkenler değişse bile bir etnik grubu, inanç topluluğunu ve kültürü doğası gereği aşağı, eksik, suçlu gören özcü bakış.
Medyascope